Şimdi dalgalar yükseldi!

Alabora vakti.

Kültürsüzlüğü yalayıp geçen bir fırtına var sularda...

Sakin denizde herkes kaptan kesilir zira!

Vitrinde CEO, içeride çırak olan kaptanlar, kaptandan çok kaptanlık köşküne kurulanlar, kaptana kapan kuranlar...

Demem o ki; acayip bir fırtına var!

Ne pazarlama departmanının afilli cümleleri dayanır bu rüzgâra,

Ne de tribün edebiyatına harcanan manşetler bu rüzgârı ortadan kaldırır kısa zamanda.

%172 artan konkordato başvuruları, %92 artan iflas kararları, 21.768 kapanan dükkân...

Yani ekonomi değil, görünürde kurumsal ama özünde şahsi işletme modelleri çöküyor.

O çok meşhur “biz bir aileyiz” masalının, aslında “biz bir bireyiz, gerisi teferruat” anlamına geldiği ortaya çıkıyor.

Kurumsal Maskeli Balonun Son Gecesindeyiz

Göstermelik kurumsallığın, liyakat yerine akrabalıkla yürüyen sistemlerin, uzmanı değil dalkavuğu tercih eden yöneticilerin oyun sahnesi yıkılıyor.

Patron çocuğu diye yönetim kuruluna oturtulan kifayetsiz muhterisler,

Üç günlük eğitimle “lider oldum” sanan satışçılar,

LinkedIn’de alkış peşinde koşarken, kendi personeline yüzünü çevirmiş CEO’lar...

Artık bu gösteriye alkış kalmadı.

Çünkü artık herkes görüyor:

Kurumsallık çağının maskeleri düşüyor...

Einstein’ı bile çalıştırıyor olsa (ki zaten şans eseri istihdam edilmiştir böylesi nitelikli) iş öğretme hadsizliğinden vazgeçemeyen egoist benlikler...

Vah ki ne vah!

Parayla istenilen notadan ses veren uzmanlar da kurtar(A)mıyor artık ne mürettebatı ne gemiyi! Çünkü çiğniyorlar gerçek niteliği...

Şirketler artık içten değil, dıştan çöküyor.

Logosu var ama ruhu yok!

Reklamı var ama içeriği yok!

Dereceleri var ama huzuru yok!

Kasası var ama yarını yok!

LinkedIn’de alkışlanan lakin kendi personelinden gizli anketle korkan patronlar var bu tabloda.

Hadsizlik seremonisinin son vuruşunda artık orkestra!

Dijital bir şemsiye altına da saklanamazlar daha fazla.

Gerçek liderlik, manşet değil; strateji ve tevazu ister çokça!

Kriz Bir Durum Değil, Bir İfşa Biçimidir!

Bilin ki bu kriz ekonomiden çok daha fazlasıdır:

Bu bir kültür krizidir. Yıllardır biriken kültürel çürümenin ifşasıdır.

İnsan kıymetinin yıllarca hiçe sayılmasının,

Stratejiden çok akrabalığa güvenilmesinin,

Vizyon yerine “hallet abi”ci anlayışın krizidir.

Çünkü bu ülkede hâlâ:

Kalite yönetimi kuzenlere zimmetli,

İK süreçleri sekreterin işi,

Yetenek yönetimi “bizim çocuğun damadı” ile çözülüyor.

Kriz öyle bir röntgenci ki, arka ofiste konuşulan her şeyi ifşa ediyor.

Ve bu kez sadece döviz değil, sahtelik de çöküyor.

Lider Olmak İçin Tabelaya Değil, Tavra Bakılır!

Bir şirketi krizden kurtaran şey CEO’nun İngilizce seviyesi ya da tribün konuşması değil,

Ekibin gözlerine bakarken gösterdiği insanlık seviyesidir.

En zor zamanlarda kim ekibini satar, kim sahip çıkar: O an gelir!

Kim “personel maliyeti” der, kim “emeğin onuru”: O sınav başlar.

Liderlik CV ile değil, kriz anındaki duruşla ölçülür.

Ve o duruş parayla alınmaz.

Dalkavukluk da olmasa kime yuttursunlar bunca senaryoyu, kim inansın kurumsal masallara...

Peki Asıl İflas Nerede Başlar?

Şirketler muhasebede değil, mutfakta iflas eder.

Moral çökerse kasa da çöker.

Güven sarsılırsa tedarik zinciri de kırılır.

Yönetici karar veremezse, çalışanın umudu tükenir.

Ve kriz anında ilk giden şey para değil, anlamdır.

Neden çalıştığını bilmeyen çalışan,

Neden yönettiğini bilmeyen patron,

Neden kurulduğunu unutmuş şirket...

Bunların hepsi krizden önce bitmiştir zaten.

Ekonomik fırtına sadece mezar taşlarını diker.

Çözüm Ne?

Çözüm samimiyet: çalışanına olduğu gibi konuşan, içten patronlar gerek.

Çözüm şeffaflık; krizden kurtuluş planını duvarlara değil, duygulara yazan dürüst işverenler gerek.

Çözüm değer: Liderliğin, verdiği maaştan değil; verdiği kıymetten okunduğunu anlayan beyinler gerek.

Çözüm kendini yenilemek!

Eski stratejilerle yeni kriz çözülmez.

Kurumsal DNA’sına reset atmayan bildiği bütün duaları okusun.

Ve en önemlisi kazanmak isteyen gerçekten kaybetmeyi göze alsın...

İşin özü, birçok şirket iflas etmiyor aslında.

Sadece yıllardır iflas etmişti de, şimdi herkesin haberi oluyor ve dışı hay haylı, içi vay vaylı misali tek tek ortaya dökülüyor.

Çünkü artık sakin deniz yok!

Yalancı kaptanlara, yüzen yalandan gemilere yer yok.

Ve o gemiyi su değil, içindeki basiretsizlik batırıyor.

Liderlik, gerçeği ilk gören ve en çok cesaretle söyleyebilenin taşıdığı yüktür.

Ve insan çalıştırmak insan olmaktan geçer.

İnsan olmak ise had bilmek ile emeği görmek ve değer vermek arasında yer eder.

Gönülde yer edenin konuşmasına gerek yoktur.

“Ainesi iştir kişinin; lafa bakılmaz” deyimi yeter...

Konkordato; Kurtuluş Mu Maskeli Kaçış Mı?

Ticaret Odası Başkanı Tuncay Yıldırım’ın son çıkışı tam da bu yazının özetini verir nitelikte: “Konkordato sistemi reforma muhtaç.”

Aslında bu tek cümle, bir dönemin iflas eden ahlak anlayışının da itirafıdır. Çünkü bugün konkordato, iflastan kurtuluş değil; çürük niyetlerin yasal dekoruyla sahneye çıkışıdır. Sistemin can simidi olması gerekirken, kaçış rampasına dönüştüğü, etik dışı bir düzende yaşıyoruz.

Ne zaman bir şirket “kurumsallaşma” diye süslü kelimelerle vitrini parlatmaya başlasa, bilin ki arkada çalışanını tüketen, sözünü tutmayan, tedarikçisini bekleten, sistemi suistimal eden bir zihniyet vardır.

Bu iflaslar bir sabah ansızın olmaz; maaşlar aksadığında, çalışanlar sessizce uzaklaştığında,

İş ortakları içten içe yanıldığını anladığında başlar gerileme.

Ama işte ne hikmetse herkes ancak o meşhur konkordato başvurusu yapılınca uyanır.

Oysa mesele budur: Neden bu çöküş önceden görülmez?

Ticaret odaları, yalnızca ticaretin değil, ahlaki zeminlerin de denetçisi olmalıdır.

Şirketin vergi levhası var mı diye bakmakla değil;

Çalışanına nasıl davranıyor, ortaklarına nasıl muamele ediyor, verdiği sözleri tutuyor mu,

Yönetsel liyakati ne durumda, etik standartları nasıl, bunlara göre bir puanlama sistemi oluşturulmalıdır.

Aksi takdirde, kurallara uyan değil, kurnazca eğip büken ayakta kalır;

Dürüst olan değil, üç kâğıdı bilen kazançlı çıkar.

Ve bu düzenin sürdüğü yerde iyi niyetli kurumlar hep geride kalır, çalışanına değer veren patronlar enayi yerine konur!

İşte bu zihniyeti konkordatoyla değil, baştan itibaren tespit ve tedbirle değiştirmek gerekir.

Kurumsal masalları masal olmaktan çıkaracak olan şey;

Yöneticilerin öngörüsü, odaların sorumluluğu, sistemin vicdanıdır.

Bedel ödendikten sonra değil, bedel ödenmeden önce yapılan müdahale değerlidir.

Geriye düşen iyi örneklerin sesini duymak, onların elinden tutmak gerekir.

Etik insanın ezildiği, liyakatin alaya alındığı bir düzende, başarının adı bile yanlış konur.

Oysa çözüm, ilkelere sadık kalmaktan, doğruyu ilk söylemekten, sistemi insan için yeniden kurmaktan geçer.

Bir Gaziantep Atasözü der ki, “ Aptal ayağından, bey başından belli olur!”

Bilançonun satır aralarına girmeden, grafikleri kırmızıya boyamadan, konkordato dilekçesi masaya düşmeden önce anlaşılması gereken basit bir hakikat var:

Kurumsallık kâğıtta değil, karakterdedir; etik, prosedürden ziyade vicdandadır; kârlılık ilk olarak kasada değil, insanın yüreğinde başlar.

Çalışana değer vermek, faturadaki rakamı değil; o rakamı yaratan emeğin onurunu korumaktır.

Ahlak, “yolumu buldum” cümlesiyle değil, “yolu birlikte yürüyelim” cesaretiyle ölçülür.

Unutmayalım: Sayılar gecikir, yankı sonradan gelir; ama erozyon önce ruhta başlar.

İş dünyasında gerçek sürdürülebilirlik, tablonun alt hanesinde değil, insanın üst hududunda gizlidir;

Orada iyilik, güven ve liyakat kök salıyorsa kriz yalnızca geçici bir rüzgârdır;

Orada çürüme başlıyorsa, en parlak bilanço bile yalnızca sessiz bir ağıttır