Bazı servetler, sadece para ile değil, zamanın boşlukları ve şansın cömertliğiyle kazanıldı.
Lakin aynı servetler, vizyonsuzlukla, korkuyla ve eski kafayla tüketiliyor.
Dünle gelenler, yarına yürüyemiyor.
Yürüdüğünü zannediyor...
Çünkü geçmişi kutsayıp geleceği küçümseyen her lider, kendi hikâyesinin celladı oluyor.

Dünle Geldiler! Lakin bugünde debelenip duruyorlar!

Bir zamanlar sanayiye atılan adımlar, boş arazilerde fabrika bacaları gibi yükseldi.
Zamanın imkânı, devletin teşviki, dünyanın açıklığı vardı.

Şimdi aynı insanlar, o eski yolları ezberleyip bugünün otoyollarında yürümeye çalışıyor.
Üstelik dünyanın da bir kullanma süresi olduğunu vurgulayan Elon Dayı, "Güneş, Dünyanın sonunu getirecek bir an önce başka gezegenlere yol almalıyız!" diyor da bizim toprağa araziye yatırım yapan sanayicileri hiç düşünmüyor. Belki onlara da birkaç parsel için öncelik hakkı tanır diyeceğim ama dünyadaki ticaretin algoritmasını kavrayamamış kimselere de yeni gezegen girişimciliği tanır mı... pek sanmam.

Hele daha uzaya gitmeden Antep'in içi kahkenin üçü diyelim...
Zira zaman değişti, ihtiyaçlar değişti, rekabet değişti.
Ama kafalar değişmedi.

Bugün aynı yola ilk adımı atsalar, o servetleri, o fabrikaları inşa etmeye ne sermayeleri ne de vizyonları yeterdi.
Bunu itiraf etmekten korkuyorlar.


Bugünü Kaçırdılar!

Bugünü ise, dünün alışkanlıklarıyla kurtaracaklarını sanıyorlar.

Ar-Ge hâlâ vitrin süsü.
İnovasyon, broşürlerde kalan bir temenni.
Dijitalleşme, “gençlerin hevesi” diye küçümseniyor.

Üstelik:

Mesai saatine saplanıp kalan,
Her işe müdahil olup kimseye görev devretmeyen,
Yetki paylaşmayı zafiyet sayan,
Yapay zekâdan korkan ya da onu küçümseyen,
İnsan kaynaklarını sadece bordro departmanı sanan ya da azıcık daha öteye gidip de çalışanı kapitalist düzenin çarkına diş eden terbiyeci bir maşa gibi maaş başta olmak üzere haklar ve değer verme konusunda yine sadece kendi bildiklerinin sözcüsü kıvamında kullanan bir kafa yapısıyla geleceği inşa etmeye çalışıyorlar.

Oysa burada artık iş değil; ego yönetiliyor.


Burada işler büyümüyor; içler çürüyor.
İşler yürümüyor; ilişkiler bitiyor.
Çoğunluğu aile şirketleri olan yapılar ya da eş dost muhabbeti ile kurulan ortaklıklar yıkılıyor, haksız rekabet, kıskançlık ve ego, hırs ve kuralsızlık her şeyin sonu oluyor.

Sistemsizlikten ve patronun egosundan beslenen kötü niyetli ve vasat çalışanlar fikir ve iş üretme zeminin temeline çakmağı çakıp kendi çıkardıkları yangında itfaiyecilik oynuyor, hastane kuruyor, doktor oluyor, hemşire oluyor hasta ettiği sağlıklı bünyeyi "güya" kurtarıyor.
Ya morga ya komaya sokuyor...
Cenaze namazını kıldırdığı yapının cenaze töreninde tanıştığı ölünün dostuyla daha iyi bir ücret ile anlaşıp yeni şirketlere yol alıyor.
Bizim merhum sevenlerinin başı sağ olsun diyoruz ama ders almıyor. Verecek kurban çok sanayide, doymuyor yenilmelere, çekişmelere, ihanetlere, ayak kaydırıp taciz edilmelere, çalışan/müşteri/uzman çaldırıp kazık yemelere, ölçemediği şeyi yönetme zafiyetine!


Yarını Kaybediyorlar! Halen inat ediyorlar...

Hayatlarının tamamı fabrika koridorlarına, hesap kitap defterlerine, bitmek bilmeyen aile içi çekişmelere sıkışıp kalan, ne etkin bir emeklilik planı olup, ne de hayatla barışık bir vizyon içinde huzurla hareket eden bir yaklaşım var.
İşleriyle özdeşleşmiş bir yalnızlık içinde, yeni kuşaklara yer açmaktan korkuyorlar.
Ne işi devredecek kadar beğenip güveniyorlar gençlere ne özgürleştirip özgünleştiriyorlar kulak vermiyorlar layıkıyla yeni nesile!

Bu saplantılı bağlılık, yani yıkıcı bağımlılık liderliğin doğasına ihanettir.
Güven duyamayan, sorumluluk paylaş(a)mayan, geleceği tasarlayamayan her lider, kendi geleceğini de israf eder.

Güvensizlikle büyüyen yeni kuşaklar;
Kendi inisiyatifinden korkan,
Cesareti törpülenmiş,
Başarının sadece para ile ölçüldüğüne inandırılmış bireyler haline geliyor.


Ve kaçınılmaz sonuç:
Varlık içinde yokluk.
Gayesizlik ile kayıp bir varoluş, yerelden çıkamayan sıkışmışlık, arabesk bir görgüsüzlük üreten "hazırcılık hali" , kendi kendine var olmadığı için başka araçların (eşinin, evinin, elbisesinin, mücevherinin, saatinin, içini dolduramadığı kartvizitinin) üzerinden kendini gösterme güdüsü ile israf oluyor.


Miras Değil, Enkaz!

Yeni nesil, kendisine ait hissetmediği yapıları sırtında taşımak istemiyor.
Aidiyet duygusu zayıf, can çekişiyor...
Bağlantılar sığ, statükocu.

İlk fırsatta kendilerini bu zincirlerden kurtarmaya çalışıyorlar.
Çünkü kimse, yalnızca demir yığınıyla bağlı kalamaz bir yere.
İnsan, köklerini değerlerde bulur; betonda ya da bankada değil.

Miras diye devredilen şey, çoğu zaman bir servetten çok, çürümüş bir yük oluyor artık.


Liderlik Cesaret İstiyor! Patronlar Koltuğa Kitleniyor.


Bugün, günübirlik satış rakamlarına bağımlı, kısa vadeli çıkarlarla vizyonunu rehin vermiş birçok şirket var.

Sürdürülebilirlik bir PowerPoint başlığı, bülbül yuvası gibi hafif ama tatlı.
İnsan kaynağı, lüzumsuz lüks olarak etiketlenen ikincil "pahalı" bir kalem; süslü ve puslu bir mış'lıkta kaybolan bir söylem.
Yenilik, ötelenmiş bir risk; elalem denilen sırtlan gibi bir seyirci varken...

Oysa gerçek liderlik, zamana karşı cesur durabilmek, değişimi anlamak, korkularıyla yüzleşmek ve gelecek için bugünden cesur yatırımlar yapabilmek ama para kasaya, unvan karta girdiği müddetçe aynı gaz devam.

Batağa sadakat, sadece batışı geciktirir.
Çürüyen zemine sadık kalan, sonunda o zeminin altında kalır.


Velhasıl; bugün, batağa sadakatle sarılanlar;
yarın, miraslarını enkazdan kazıyan çocuklarını izlemek zorunda kalacaklar.
Emeklilik planı yok dedik ya...
Hanımlar günde, dostlar artık söylemde(çoğunu gördük alışverişte!)
Seyir ise mecbur bu gidişle.

Nitekim
Cesareti ve adaleti, özgüveni ve tevazusu olmayanın mirası da olmaz.
Para mı..
Yok o miras değil.
Oğlum deli mali neylesin oğlum akıllı malı neylesin misali.
Bu şirketler miras değil, kendilerinin hükümdarlık alanı.
Vatana evlada hayretmek isteyen sürdürülebilir sistem kurar, evladının tahtını yapar.
Aksi ise bir sanayici trajedyası; batağa sadakat.