Bir süreden beri Gaziantep kamuoyu, yeme - içme sektöründeki fahiş fiyatları tartışıyor.

Lokantalar başta olmak üzere kebapçılar, dürümcüler, baklavacılar, pastacılar ve tatlıcılar toplumsal tepkinin odağında.

Peki, ham maddenin yarı mamül ya da tam mamül hale gelinceye kadar nasıl bir engelli koşuya tabii tutulduğu konusunda bilgisi olan var mı ?

Varsayalım ki, birbirinden daha bağımsız olmayan bu zincirin ilk elinden sofraya indiği son evreye kadar geçirdiği o zorlu sınavın idrakinde olan ancak bu gerçekliği cesaretle dile getirecek kaç kişi var ?

İşte meselenin kilitlendiği, zurnanın son deliği de burası.

Et’in ve et ürünlerinin ham maddesi koyun ve dana yani küçükbaş ya da büyükbaş tabir ettiğimiz canlı hayvan.

Canlı hayvan piyasası zaman zaman dalgalanmaya tabii tutulur. Fiyatlar mevsim geçişlerinde ya da sosyal ve dinsel takvime göre (Kurban ve Ramazan) de şekil alabilir. Bu durumu “Et’in kara - mizah yolculuğu” adlı yazımızda resmetmiştik.

Bu “saldım çayıra, mevlam kayıra” havası kimi zaman ters orantılı bir hale de bürünebiliyor. Canlı hayvan düşüyor, ancak endişeli bir bekleyişin hakim olduğu piyasanın psikolojik baskısı et’teki beklenen fiyat gerilemesine dönüşmüyor. Bir bakıyorsunuz etin fiyatı düşüyor ancak lokantalarda ve kebapçılarda ayet-i kerime gibi yükselen fiyatlar bir daha yerinden kıpırdamıyor.

Kazanç katmerleştikçe iştah artıyor, doymak bilmeyen hırs ve paraya olan müptela olma alışkanlığı, bu kez fiyatları otomatiğe bağlıyor.

Sektörün içinde birbirini uyaranlar, “Biz şu fiyata veriyoruz, sizde fiyatları düşürmeyin” diyenlerden tutunda “Yahu falan şu fiyata veriyormuş, biz de zam yapalım” diyenlere kadar disiplinsiz, cahilane bir o kadar da başı bozuk bir iklime terennüm ediliyor.

Dükkan aylığı, işçilik, artan maliyetler derken, çarpan etkisi yapan mazeretler tüketiciyi zora sokuyor.

Uzun yıllar Ticaret Odasında komite başkanlığı yaptım. O dönemde birbirine bağlı sektörlerle eşgüdüm toplantıları gerçekleştirdik. Sadece kar - zarar esasına dayalı ticari bakışı değil, toplumu kuşatan diğer sosyal katmanları da düşünerek hareket etme yolunu izledik.

Aç gözlü, haris bir tüccar bakışından ziyade sanki tüketiciyi koruma amaçlı hakem heyetinin bir üyesiymiş gibi hareket etmeyi sektöre öğretmeye çalıştık.

Zira “Hakça bir bölüşmenin olmadığı toplumda toplum barışından bahsedilemez” düşünsel perspektifim ya da verdiğimiz sınıfsal mücadele pekte uyumlu bir profil çizemeyeceğim endişesi 1999 yılında bana bir milletvekilliğine mal olurken.

Benzer durum Ticaret Odası’nda da nüksetti ve yeni seçimlerin ete kemiğe büründüğü süreçte orada da kendimi kulvarın dışında buldum.

Bunları neden yazıyorum.

Şimdilerde Gaziantep’i ciddi bir şekilde kuşatan ve Gaziantep imajını yerle bir eden yeme - içme gibi en tabii hayatsal zeminde oda başkanlarının açıklamalarını kendileriyle çelişen ifadelerini üzülerek gözlemliyorum.

Oda başkanları olarak başını sonunu hesap etmeden ifade buyurduklarınız belki sektörel faaliyet sahası içinde karşılık bulabilir, bir memnuniyet iklimine kapı aralayabilir.

Ancak toplumun ekseriyatını oluşturan diğer kesimler ne olacak hiç düşündünüz mü ?

Sempatinin anti - patiye, sıla-i rahimin kin’e gareze dönüştüğü toplumu bir arada tutan moral değerlerin ortadan kalktığı hiç de alışık olmadığımız bir sürece evriliyoruz.

Aldığınız ham maddenin birim fiyata bindirdiği maliyetin farkındayız. Zamların kat be kat karşı zamlarla mamül maddeye yansıtılmış olmasının karşılığı sıraladığınız mazeretlerle karşılık bulamaz.

Liyakatsiz makam sahiplerinin yerel idarecilerle “al takke ver külah” şeklinde birbirini kandırdığı, oda başkanlarının koro halinde “padişahım çok yaşa” nidalarının yerel seçimlere nasıl bir sonuç doğurduğu ortada. Halbuki, bize sorulsa onlara eğip bükmeden, sonucunun bize yansıma şeklini hesaba katmadan onlara söylerdik. Anlayan ya da anlaması gerekenler anladı zannederim.

SON SÖZ: Hiç bir insan kitlesi, bir diğerininin merhametine terk edilemez. (T.A) Siyasal otoritenin ve yönetmek iddiasıyla yola çıkanların izlemesi gereken erdemli yol ve şerefli yöntem budur.